Paris İklim Kanunu muhabbetleriyle tekrar tekrar gündem olan siyasi/iktisadi/sosyal kontrol mekanizmaları, bu başlık haricinde bilinip bilinmeyen attığımız her adımda her zeminde her konuda yavaş yavaş da değil hızla çevremizi sarıp hayatımızı kurgulamaktadır.
İnsanlık tarihi sömürü tarihidir. Siyasi, iktisadi, düşünsel, duygusal, her boyutun türlü desise ve baskılarla işletildiği zulüm tarihidir. Bütün bunların basit bir nedeni var, dünyalık arzular. Kainatı ve insanı yaratan yüce Allah sürekli, tabiri caizse yapmayın etmeyin diye vurgulasa da insanoğlu işte, hırsla dünyaya sarılıp ihtiras içinde zulüm üretmektedir. Bu düzlemde iktisadi sömürü zemini olan kapitalizm ve siyasi sömürü düzeni olan emperyalizm, Dünya’yı tek bir forma sokup kontrol edebilmenin ve tek merkezden daha sistematik ve firesiz sömürmenin yollarını aramaktadır. Kabaca da bulmuş ve sistematize edilen planlarını uygulamaya çoktan başlamış durumdalar.
Bize has değil, artık Dünya özgür değil… Küresel hegemonya her devleti her toplumu her toprağı üretim araçlarından tüketim alışkanlıklarına, siyasi despotluktan ekonomik köleliğe, fiili baskılardan zihinsel manipülasyona kadar her şekilde hakimiyetine almış, gönüllü veya gönülsüz çekip çevirmektedir. Tek adam rejimlerinden ziyade çoğulcu yönetim ve toplumların bir nebze esneklikleri olsa da onlar dahi küresel çarkın girdabında etkisiz bırakılmaktalar. Hususen bizim ülkemiz gibi tek adam rejimlerini çok daha kolay borunduruk altına alabilmekteler. Yerelde kendi iktidarını sürdürüp emelleri doğrultusunda fayda sağlayacağı (verilen serbestiyet sınırlarında) kazanımlarını muhafaza etme dürtüsü ve öncülüyle, küresel patronların her istediklerini zımnen de olsa kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Onlar için tek bir kişiyi ikna veya mecbur etmek, kandırmak veya satın almak, baskılamak veya gönlünü kazanmak çokta zor olmasa gerek… Neyi ne kadar üretip neyi ne zaman tüketeceğine, ne kararlar alıp neye imza atacağına, nerede ne şekilde ne zaman hareket edeceğine maalesef vatandaş olarak ülke ve millet yararına iş yapsın diye vekil ve memur ettiklerimiz irade gösterememektedirler. Ezcümle özgür değiliz, iradeyi verdiğimiz tek bir adamın esaretiyle bütün bir ülke esir düşmüştür. Bu ahvalimiz yeni de değil, uzunca bir vakittir güzelim ülkemiz ve geleceğimiz esir ve aciz konumdadır ne yazıkki…
Artık şahsi yararlarına gözetecekleri bir denge zemini bile kalmayacak yakında, misal; kendi tabanlarının çoğunluğu ve özellikle (kitlesinin içinde tabanı şekillendiren) etkin kişilerin tamamının itiraz ettiği Paris İklim Kanununu bile geçirmek zorunda kalmışlardır. Nasıl bir söz verdilerse artık, tabanlarını net bir biçimde karşılarına dikme pahasına bile olsa bu veya buna benzer uygulamalar yapmak zorunda kalıyorlar. Anlıyorum, “reis ne derse ne yaparsa bir bildiği vardır” önkabulüne çok güveniyorlar ama zannımca bununda bir sonu ve sınırı olması lazım.
Fesadın ve zulmün bayraktarlığını yapan iktidarlar hegemonya kurma ve kontrol etme dürtüleriyle hâkimiyet alanlarını şekillendirmekten hiçbir vakit geri durmayacaktır. Onurlu ve yaratıcısının sözüne itibar etmiş inançlı insanlarda, kendilerini ıslah ediciler olarak tanıtan fesat odaklarının karşısında durup mücadele ederek, bu fani dünyada insan gibi yaşayabilmenin yollarını arayacaktır. Ama ne yazık ki, içinde debelendiğimiz teknik ve bilişim çağında zulmün kapsam ve etki oranları eski çağlara nazaran çok çok artmış ve güzel olan her şeyi çepeçevre sarmış durumdadır.
Şahid olduğumuz bu günlerde tek bir ölçü var, kontrol edilebilir kıvama getirmek. Küresel düzlemdeki bu kurgu ihtiyacı, aynı düzlem ve doğrultuda yerel yöneticileri de tetikleyip şekillendirmektedir ya da zorunlu bırakmaktadır. Bu yapılırken; şirin bir edayla konuşup kulağa hoş gelen, kısa vadede toplumsal fayda amaçlanıyor havasında, mantıklı gibi duran argümanlarla söylem ve planlar lanse edilmekte. Zaten türlü desiselerle baskı altına alınmış halk, varlık yokluk mücadelesi içinde değil sorgulayıp eleştirmeyi düşünmeye bile fırsat bulamamaktalar. Bütüncül bir formda işletilen bu kontrol mekanizmasına karşıt duruş sergileyenler ise her zamanki gibi marjinalleştirilmekte.
Merkeziyetçi bu yeni sistem, kurguladıkları ve dayattıkları popüler hayat tarzına ve ihtiyaçlarına uygun da… Bize (insan) uygun mu? Bu sorunun cevabını vermemiz gerekmekte. Daha çok tüketim daha kolay ulaşılabilirlik daha hedonist bir yaşam daha refah ve fırsatlar daha daha daha insanlığa hedef olarak sunulup ihtiyaç ve tercihleri, merkezi kurgunun amaçlarına göre biçimlendirilmekte.
Yeni başlayan bu son yüzyılın anahtar kelimesi/kavramı “kolaylaştırıcı”… Bu teknik ve düşünsel yeni hayat tarzının kolaylaştırıcı rol üstendiği vurgulanıp, cilalı boyalı vitrinlerle dolaylı olarak empoze edilmekte. Benimseyerek uyguladığımız hatta hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline getirdiğimiz bu olgunun totalde ne getirip (özellikle) ne götürdüğü, özgürlük alanlarımızı her an daha daraltıp daraltmadığı sorgulanmalı değil mi?
Sırf refah içinde, kolaylaştırıcı araçlarla, az çalışıp çok kazanma hayalleriyle edindiğimiz üç beş artı değer yanında, bütün benliğimiz kaybolmakta. İnsanca; duygularımızın efsanevi hazzını tada tada, verdiğimiz emeğimizin karşılığını söke söke alarak, kuşlar gibi özgürce kanatlanıp, istediğimizi ekip istemediğimizi biçerek, sunnetullaha halel getirmeden bize bahşedilmiş bu dünyada insanca onurluca güzelce niye yaşamayalım…
Sadece insanların kendileri değil hayvanlarını da sınırlayıp kontrol etme hamlesidir bu muhatab olduğumuz. Aslında insanların da hayvanların da bir önemi yok, bütün mesele üretim araçları, aşamaları, çıktıları, kimin kontrol edip etmediği.
Tarım içinde aynı şey geçerli; neyi ne kadar ekip biçeceksin sen belirlemeyeceksin. Yine ekip biçeceksin sorun yok, nefes alıp yaşayacaksın, o kıymetli emeğini yine sarf edeceksin ama köle olarak… Her bir tohumun, fiden, meyven hatta gübren bile sertifikalanacak; sen dahil her şey basit bir istatistik verisinden ibaret olacaksın. Uymayanlar cezalandırılacak hatta uymayıp cezalandırılma ihtiyarlığı bile tanınmayacak. Otomatikman yaşam hakkı bulamayacağız…
En temel kontrol mekanizması zaten banka sistemiyle oturtulmuş vaziyette. Ekonomiye hakimiyet tekelleşme evresinin sonlarına yaklaşmış durumda, dijital paraya geçildiği vakit değil kağıt parçalarının altının gümüşün dahi bir ehemmiyet kalmayacak gibi. İktisadi değer olgularını onlar belirleyecek, o vakitler geldiğinde zaten senin ne ürettiğinin de bir önemi kalmayacak. Emeğinin, riskinin, mücadelenin, kendinin dahi bir anlamı kalmayacak.
Her araca herkese her sürece monte edilen çip sistemine geçildiğinde, özgür iradesiyle tercihlerde bulunan bir insan kalmayacak. Mekanik bir robot olunmayacak belki ama insan öncesindeki beşer gibi biyolojik olarak varlık gösterip zaman tüketen bir mahluk olunacak.
Dönüp dolaşıp her şey yine ona çıkıyor, “Özgürlük” nasıl güzel nasıl lanet bir şeymişsin sen özgürlük… İnsan seni bir yandan arzuluyor, bir yandan elinin tersiyle itiyor. Bir yandan rüyalarını görüp uğrunda mücadele ediyor, bir yandan kabus görmüş gibi korkup teslim bayrağını çekiyor.
Allah tarafından insana bahşedilen özgür iradesi olmasa konuştuğumuz konuşmadığımız, düşündüğümüz düşünmediğimiz bildiğimiz bilmediğimiz hiçbir şeyden her şeye, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin bir anlamı yok. O olmazsa veya kiraya verilmişse ya da kullanılmayıp paslanmışsa ve yahut akıl baliğ olunamamışsa, deli edilmişsen insan; öğretilen kelimelerinde, anlamında, imanın da, sınavında, değil güncel konuştuğumuz saçmalıkları tümden dünyanın da ahirinde bir önemi yok ki… Neyi konuşup neyin mücadelesini veriyoruz.
Eskiden türlü mücadele cephelerinde yerine göre kaybetme opsiyonlarımız vardı. Artık tek bir cephe var, ya kaybedecez ya kazanacağız. Eskiden bir zalimin, bir diktatörün, bir patronun, bir emperyalistin etki ve hakimiyet alanı belliydi, o alandaki kazanım kayıpların stratejik savaşımını verebiliyorduk. Dün kaybettiğimiz alanları yarın geri kazanma olasılığımız vardı. Ama bugün bu ana cephe kaybedildiğinde, tekrar kazanma olasılığımda olmayacak…
Adem’den kıyamete kadar süre gidecek olan baskılayıp korkutma, karıştırıp çarptırma, manipüle edip yönlendirme, zihinleri kirletip veya boşaltıp mankurtlaştırma yöntemleri, farklı formlar eşliğinde daha derin ve kapsamlı hayat bulmakta. Farkındalığımız ve bu girdaptan çıkma olasılığımızda tersine daha da azalmakta hatta imkansızlaşacak evrelere bürünmektedir.
Bu alemde somut ve soyut her ne oluyor veya olacaksa Allah’ın iradesinin üstüne çıkılamayacağı gerçeği aşikar ve O salih kullarına her daim bir çıkış kapısı bırakmıştır. Ama mesele şuki; verdiği aklı kullanıp, hakkı tercih edebilme irademizi işletip önümüze serilen çıkış kapılarını bulabilecek miyiz? Kapı sonuna kadar açıkken giremeyen (Adanalı deyimiyle) kındırıkken nasıl girecek, hakikatin güneşi gözlerimizi kamaştırır halde yüzümüze vururken göremeyen dağın ardında saklı ışık hüzmesini nasıl fark edecek…
Biz ne yapacağız peki…
Başta kendimize geleceğiz. Dünyayı istiyorsak, dünyalıklardan vazgeçeceğiz ve Allah’ın bahşettiğiyle yetineceğiz. Ve yap dediğini yapıp yapma dediğini yapmayacağız, yeri gelecek (ki gelecek) bedel ödeyeceğiz. Yarınlar için, temiz evlatlarımız için insanca yaşayabilmek için yeryüzünde ıslah edici edayla dolaşan fesatçıların zulüm peyda eden nizamlarını yıkacaksınız.
Bu dünyanın denklemi çok basit aslında; ya bu veya bu tür her türlü kontrol mekanizmalarına karşı net duracağız, ya benliğimizin anlamını kaybedip malak gibi nefes almaya devam edeceğiz. Ya özgür olarak kendi irademizle tercih yapabilme yetimizi elimize alacağız ya da hem zihinsel hem fiziksel onların gönüllü kölesi olarak varlık göstereceğiz.
03.07.2025 – Yusuf Şanlı