Emperyalist ve kapitalist zalimler, siyonist mahluklar aracılığıyla dünyayı ifsad edip mazlumları derbeder ederken, Müslümanlar hala manipülasyonla yönlendirilerek sığ bağnazlıklar ve taassuplara gömülmektedir. Ortadoğu darman duman edildi, İran yalnızlaştırılıp üzerine çökülmeye çalışılmakta, yarın Pakistan ve (özgürleştiği gün) Türkiye’nin tamamen tarumar edilip ilhak edilebilmesi için hiçbir engel kalmayacak. Çok geç olsa da, artık aklımızı başımıza almamız farz ötesi bir hal almıştır.

Cahil halktan ziyade piyasada bilinen birçok kişinin de peyderpey dillendirdiği absürt bir vurgu üzerinden yaşadıklarımızı analiz etmeye alışalım, “İran, 1 milyon Müslümanı öldürdü.” Cümlesini tekrarda olsa duyduktan sonra zihnim açıldı, empati yaparak daha iyi anlamlandırabilir oldum içinde bulunduğumuz çıkmazı… Olan şeyin adını böyle koyarsan tabiki körü körüne kinle nefretle düşman olursun o olguya, şahsen çok farklı şeyler bile yaparım. Yani bunu zihnine oturtan bir kişi tabiki tanımladığı bu kişiyi görünce şeytan görmüşe döner, İsrail’den önce İran’a düşmanlık besler. Bu tabloda; bu denli düşman olmak değildir sorun olan, sorun tanımlanan bu çerçevededir…

“1 milyon Müslümanı öldürdü” ne demektir, bu nasıl bir cümledir, ne tür bir önerme ve tanımlamadır. Gelin olumlu olumsuz, olan olmayan, küçük büyük her şeyi; objektif, doğru, hakkaniyetli olarak çözümleyip yerli yerine oturtup doğruya en yakın bir şekilde tanımlayalım.

Başta şunu belirteyim. Amacım İran’ı temize çıkartmak değildir, öyle bir ihtiyacım da yok. Amacım, ortadaki nifakın ithamı olan unsurları irdeleyip olumlu olumsuz ama doğru bir şekilde yerli yerine oturtmaktır. Tabuları, klişeleri, taşları yerinden oynatıp hakikatle yüzleme cesareti gösterecek olanlaradır sözümüz ve değerlendirme teklifimiz. Gelin beraber tespit edelim, yanlışımız varsa belirtin düzeltin, daha doğruya ulaşalım ve sonra ona göre davranalım…

Açık konuşalım; Suriye tecrübesi hepimiz için vahametten ibarettir… Şii – Sunni karşıtlığı yeni değil, son Nebi’nin ahirete göçtüğü saniye toprağa düşen bu nifak tohumu, 30 yıl sonra fidan olup yıllar yılı büyüyüp bin yıllık bir çınar olmuştur. Zahiren toprağın üstünde gözüken dallarından ziyade, kökleri zihinlerimizin içinde deryaya dönüşmüş bir nifaktır bu. İslam dünyasının arasındaki türlü türlü tefrikalar bir yana, dev bir bıçakla ümmeti ikiye bölüp parçalayan en bariz etkendir.

Aslında ne Şiicilerin teolojik mitleri, ne Sunnicilerin iktidar olma dürtülerinden kaynaklı uydurdukları din, İslam değildir. İsrailiyat ve nefisleriyle bezedikleri argümanlarla İslam’ı kendilerine uyarlamışlardır. Bugünde savunulan veya karşı çıkılan, değillenen veya sahiplenilen konumları İslam’ın nasları ve özüne endeksli değil, dünyalıklarının ve nefislerinin ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir.

Bu topraklardaki milli duygularla cephe alınılan unsur ayrı mesele, Osmanlı Safavi karşıtlığı içinde zihinlerimize zerk edilmiş bu zehir milliyetçi kodlarla etrafı kirletmekten başka bir işe yaramamıştır. Ne yapalım yani beş yüz yıl önce atalarımız, kim bilir ne saçmalık için savaştı diye içten içe kıyamete kadar düşman mı olacağız. Komşu iki ülke olarak değil kutuplaşmak, güç birliği sağlayıp adam gibi niye yaşamayalım. Neyse konumuz Türk – Fars karşıtlığı değil…

Tabiin ve sonrasından ziyade yakın tarihimizi baz alacak olursak; ikinci dünya savaşından sonra şekillenen yeni dünya düzeninde yaşananlar ayrıca irdelenmelidir. Burada, son nesli etkileyen ve bu karşıtlığı zirveye çıkartan Irak ve Suriye tecrübelerini irdeleyip, muhasebesini yapıp doğru çıkarımlarda bulunmaya çalışalım…

Bir kere şu kaideyi net belirtelim. Ortada bir hata/yanlış/kötülük varsa, iki tarafta da yanlış vardır, ancak oran orantısı tartışma konusu olabilir ki, o da hatanın paydaş olduğu sonucunu değiştirmez.

Oran orantısından ziyade muhim olan bir başka husus ise, neşet eden kaynaklardır tabiri caizse kimin başlattığı veya başlarken ki neden ve dinamikler, taraflarca yapılan hatalardır. Orta ve sonları hiç baz almıyorum çünkü sonrasında doğru yanlış, kazanan kaybeden, haklı haksız yoktur kanaatimce. Mühim olan bu noktaya nasıl gelindiğidir. Özellikle Suriye tecrübesi; literatür dahilinde bir savaş veya iç savaş hatta mezhep savaşı olarak bile tanımlanamaz. Suriye’de yaşananlar bir kaostu, kaos içinde de haklı haksız aranmaz.

1 milyon Müslümana gelelim… Sayılar üzerinden bu kadar basit konuşmak bile ayıptır ama amacımız doğru tanımlamaksa başta bunu netleştirip istatistiğini belirleyelim. Suriye’de toplam en en yüksek verilen sayı 470 bin canımız haksız yere öldü, öldürüldü, öldürtüldü… Absürt olan muhim tarafta şuki, sanki ölen bu kişilerin hepsinin muhalefettenmiş gibi cümlenin kurulup algı oluşturulması. Kabaca 1/4’ü rejim ordusu ve sonradan dahil olan İran destekli türlü güçlerdendir. Geriye kalan çoğunluğu iki tarafın pervasızca yürüttüğü çatışmalardan kaynaklı sivillerdir. 1/4’ü de Esad rejimine karşı şavaşan yerli ve yabancı güçlerden oluşmaktadır. Her şeyi boş verin, dışardan gelen cihadçıların hem tekfirden hem iktidar mücadelesinden hem aralarındaki nifaktan kaynaklı birbirlerini (Allahu ekber nidalarıyla kör bıçakla kesmelerini) öldürmelerini de mi toplam sayı dahilinde İran’a yükleyeceksiniz. Bu nasıl bir terazidir… Sayıdan ziyade, mantık olarak bu algı bütün olarak yanlıştır. İran tali sorumludur aynı Türkiye gibi, daha üst perdedeki taraflar olan Rusya ve Amerika gibi… Cümle öyle kuruluyor ki, Esad rejiminin vahşice yaptığı katliamlar ve Rusya’nın bombardımanlarıyla yiten canları da İran hanesine yazılıp asli sorumlu olarak yansıtılmakta. Tabiki taraf olarak cephedeki en ufak bir zulümden dahi sorumludur ama olay sorumluluktan çıkıp, faturanın tümden bir haneye kesilmesi mevzu bahis olan…

Olayı zoraki mezhepsel kodla değerlendirmekte ısrar edenler için birkaç anekdot bırakalım. İran tarafından bakıldığında ortadaki cepheleşmenin dinamiği mezhepsel değil, hatta hiç alakası yok. En azından bu noktaya çekilmeden önce yoktu. Esad’ın değil mezheple dinle bile uzaktan yakından alakası yok, müttefik olmalarının ve sürece taraf olmasının rasyonel nedenleri de aşikar. İlla mezhepsel bir kod ve refleks aranacaksa, sonradan dışardan gelen sunnici tiplemelere de bakılmalı değil mi? Ki, onların tek dinamiği (din bile değil )mezhep…

İki taraftaki sempatizan veya benimseyen kişiler, kendi cenahları tarafından tetiklenmesinden ziyade karşıt söylem ve paylaşımlarla daha da körüklenmektedir. Bu körüklenme çoğu zaman yersiz, mesnetsiz, provokatif, yanlış hatta bazı art niyetli yansıtılan veriler üzerinden olmaktadır. İçinden çıkılamayan en muhim noktada burasıdır. Akıllı telefon maharetiyle kontrolsüz genişleyen enformasyon ağında, olumlu ve vahdete dair gelişme ve haberler az yayılırken, tersine nifaka ve ayrışmaya dair (çoğu zaman yanlış veya yanılsamalı) veriler hızla ve kuvvetli bir şekilde yayılmaktadır.

Yaşadığımız iletişim ve bilişim çağı, aslında sağlıklı bir iletişimden ziyade iletişimsizliğe ve bilgi kirliğine yol açmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Fıskın ve fesadın bir numaralı mecrası olmuş olan bu sanal alemden beslenmektedir, çoğu Müslüman bile… “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun aslını araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat-6) ayetini herkes bilir, bu ayetin nüzul sebebi olan Haris (r.a.) olayının aynısı ve çok daha fazlası günümüzde yaşanmakta. Peygamber bile yanılıp, gelen malumata binaen yanlış anlayıp tabiri caizse Haris’in ipini çekmişken, bizlerin günümüz çarpıtmalarıyla benzer yanılsamalara düşme olasılığımız çok daha fazladır. Hele hele eskisi gibi ortada yalın bir söz dahi yok, o sözü veya malumatı teknolojik imkanlar ve medya gücüyle öyle bir hale getiriyorlar ki, kitleleri istedikleri yöne sevk edebiliyorlar.

Şimdi diyeceksiniz ki, olanlar hülya mı? Tabiki değil, iki taraflıda olsa ağırlıklı olarak gücü elinde bulunduran rejim tarafından yapılan zulümler gerçek, sorun biri bin gösterme, olanı baskılamak yerine körükleme hamleleridir.  Olanın mahiyeti/nevi/oranı/nedeni dahil neredeyse her boyutu bir manipülasyon deryasında yoğrulup körüklenmiştir. Ve bu çarptırmanın etkisi, hepimizin elinde olan akıllı telefon ile eskilere nazaran yüz kat artmış durumdadır. Bu tür şeyler, rahatlıkla büyüyüp çığ olup, olduğunun bin katı yansıtılabiliyor. Sadece bu konu için değil hayatta her konuda, kötülüğün sesi de görüntüsü de çok baskındır ve çok görünür, çirkin ve acı olduğundan zihinlerdeki etkisi iyilikten katbekat fazladır ve unutulmaz… Ama bir iyilik yapsan karşındakine, ertesi gün unutulur…

Gerçek olan ve akıllara nakşeden bu zulümler, katliamlar, kötülükler iki taraftan da olan rijit mahluklar tarafından icra edilmiştir. Aksi takdirde insan olan nasıl her hangi bir çocuğun öldürülmesini, tecavüzü, katliamı, kıyımı, vahşiliği makul ve anlaşılır görebilir.

Mevzunun dikkate değer ve mühim bir başka noktası da şudur ki; misal 90’lar Türkiye’sinde çokça örneğini gördüğümüz gibi tarafları kışkırtmak için devlet tarafından yapılan sayısız operasyonel suikast, bombalama, kıyım, birbirine düşürme hamleleri yapılmıştır. Bu yöntem yeni değil Ademden kıyamete kadar kullanılacak maalesef, özellikle Irak ve Suriye tecrübelerinde hatta ayrı ayrı ülkelerin ayrı ayrı ajanları tarafından çokça uygulanmıştır. Hiç unutamadığım bir olay vardı; elleri gözleri bağlı, tek kurşunla başlarından öldürülmüş 10 erkek naaşı bulunmuştu ilk dönemler. Kısa bir araştırma sonrası görülmüştü ki, hepsinin tek ortak noktası kimliklerinde yazan isimlerinin Ömer olmalarıydı. Duyduğum saniye ürpermiş ve bu kuvvetli olasılıklar aklıma gelmişti, ya da kendini de dinini de insanlığı da bilmez işid kafalı caferilerden birileridir. Zaten üç beş bu tür benzer olaydan sonra bırak kendi kendine aksın gitsin süreç, hele ortada tarihi bakiyesi olan mezhepsel bir zemin varsa işler onlar için çok daha kolay. Sonrası, sonrası kaos… Sonrası, sonrası gözyaşı… Sonrası, sonrası kan davası…

Bütün bu başlıklardan hariç, Suriye özelinde süreci farklı evrelere büründüren şu hususu da net belirtmek isterim ki; ilk zamanlarda ortada bir cihad alanı da yoktu, kurulma ihtiyacı ve talebi olan bir İslam devleti de… Gençler çıktı ortaya, zalim Esad rejiminin devrilmesi için bir özgürlük mücadelesine soyundular. Suriye halkının İslam devleti veya İslami emelleri yoktu, olmak zorunda da değildi zaten. Şahsen Şam’da yaşadım savaş öncesinde, halkın kahir ekseriyetinde maalesef tevhidi manada İslami bir bilinç, örgütlenme, hedef ve amaçları hiç olmadı. Özelde bu çıkışta hiç hiç yoktu; tersine seküler, liberal, ulusalcı, normal insani ihtiyaç ve taleplerle, baskılardan yılmış ve Arap baharından etkilenmiş (bu aşamadaki küresel patronların oyun ve hamlelerine hiç girmiyorum) özgürlük talep eden bir kitle vardı. Ayrıca kimsenin Esad hanedanının nusayriliğine dair bir refleksi de yoktu, mevzu olan unsur diktatörlüğüydü yani mezhebi bir unsur da hiç yoktu başlarda. Hemen sonrasında Irak’taki ve akabinde dünya çapındaki cihad sevdalısı öbekler akın akın İslam devleti kuracağız diye (nasıl ve kimlerin girişlerini kolaylaştırdığına da girmiyorum) bölgeye girdi, eline tevhid bayrağını alan boş bulduğu yere dikip “burası Darul İslamdır” nidaları atmaya başladı. İyi de kardeşim senden kim istedi böyle bişeyi, bir toprağın Darul İslam olması için bölge halkının etkin kısmının böyle bir dürtüsü öncülü ihtiyacı talebi olması gerekir. Bir yer İslamlaşacaksa başta halkı İslamlaşmalı, toplumsal zemin oluşmalı sonra zaten olur. Ben de çıkıp boş bulduğum bir tepeye siyah sancağı dikeyim olsun bitsin o vakit, oh ne ala…

Özellikle Irak’tan ve dünyanın dört bir yanından (güzel Müslümanlar hariç) intikal eden tekfirci rijit tiplerin sebeb olduğu çatışma ortamının faturasını İran’a kesmek ne kadar hakkaniyetli. Ki İran ve Hizbullah, doğrudan taraf değildi başlarda. Stratejik ve askeri müttefiki olan Suriye’nin siyasi destekçisiydi, Filistin’e ve Lübnan’a açılan koridoru tutma refleksiyle konum aldı, süreç içindeki emperyal oyun ve yönlendirmelere kapılmayıp temkinli hareket etme (sesi çok çıkan azınlık hariç Sunni aleminde çoğu gibi) stratejisi güttü. Sürekli Türkiye’nin yaptığı söylenen, diyalog çağrılarının on katını icra etti. 18 ay boyunca fiilen hiç girmedi, ne zamanki Lübnan sınırındaki Kuseyr kasabasındaki çoğunluğu Caferi halkın oluşturduğu beldeye tekfircilerin girip rast gele halkı katletmesi üzerine dahil oldular ve sonrası kaos… Şimdi bu tablonun müsebbibi İran mı? Bir olguda sonuca değil sebebe bakılır…

Tersten bi düşünün; yani üzerine basa basa vurguladığınız gibi mevzu bu kadar netse, bunca birçok Müslüman nasıl oluyor da sizden farklı bir şeyler söylüyor olabilir. Biz nasıl olurda bu denli büyük bir olguyu göremiyor olabiliriz. Misal; Lübnan’dan Türkiye’ye, uzak doğudaki Müslümanlardan Avrupa’daki Müslümanlara kadar herkes İslam düşmanı, zulmü ve katliamı makul gören insanlar mı?

Genel bu tablodan ziyade son zamanlarda üzerine konuşmayı bile zul addettiğim, “İran danışıklı dövüş yapıyor” söylemine dairde birkaç kelam edeyim sizin de zamanınızı alarak. Başta; durup bir düşünün, araştırın, sorun bakalım bu saçma/tutarsız/mantıksız/komik söylemi Türkiye’deki tiplemelerden başka değil ısrarla konuşmayı, düşünüp aklının ucundan bile geçiren başka bir toplum/topluluk/güruh var mı? Bilal’e bile anlatmaya gerek olmayan bu absürt duruma dair, aklı başında olan çoğunluk konuşmadığı için mi ısrarla vurgulaya vurgulaya başımıza çıkıyorsunuz. Yani akıl, bilim, izan, mantık çerçevesinde hayatını devam ettirenlerin bu saçmalığı değillemesi için, kelimelerin kifayetiz kaldığı bir atmosferde yaşıyoruz maalesef. Nasıl bir kafanın ürünüdür ki; ne desek boş kalıyor. Adamlar 50 yılı boşver son 2 yıldır Gazze için tek başlarına (ve onların destekleriyle Yemen ve Lübnan’daki imkanlarla) somut savaş yürütüyor Siyonizme ve Emperyalizme karşı, utanmadan çıkıp “Gazze’yi gündemden düşürdü” diyebiliyor kendisini insanoğlu diye tanımlayan mahluklar, ki kendilerine saldırılmasının nedeni de Gazze zaten… Tamam yeni Türkiyenizde, yeni Dünya atmosferinde kavramlar, tanımlar, değerler, doğrular yanlışlar algı oyunlarıyla yer değiştirilmiş durumda ama o kadar da değil. Ya insanları salak yerine koymaya çalışıyorlar, ya da ne içmişlerse uçmuş farklı bir alemde yaşıyorlar… Yani anlayıp anlamlandırmaya dair aklıma makul olarak şu geldi; kendi sahiplendiklerinin tek kurşun bile sıkmayı boşver, uşaklıkta kuyruğa girmelerinden dolayı yaşadıkları içkin mahcubiyetten  bir refleks gösterme ihtiyacı hissediyorlar sanırım, valla daha ötesine benim aklım yetmiyor.  

Bazen bir musibet, bin nasihatten iyidir. İlla sırayla başımızı ezmelerini mi bekleyeceğiz, nifak saçan ağaçların dallarını budayıp kökünü kurutup (bariz kim ne zulüm yaptıysa hesabını vermeli uygun bir vakitte) İslam düşmanlarına karşı vahdet sağlamadığımız müddetçe zillet içinde heder olacak ümmetin evlatları. Nesillerimiz için Sunnetullah’a uygun bir hayat mı hediye edeceğiz yoksa fesada gömülmüş bir dünya mı bırakacağız… Bütün mesele bu…

İsrail’in İran’a yönelik bombardımanına mukabil İran’ın Tel Aviv’i etkin bir biçimde vurması üzerine, takıntılı halde İran düşmanlığı yapanlar bile mutedil açıklamalar yapıp sevinçle Siyonizmin aldığı darbeleri izlediler. Sadece İranlılar veya Gazzeliler değil, dünyadaki bütün özgür halklar sevindi siyonizmin ve Amerikan emperyalizminin aldığı bu darbelere, sadece sevinmedi umutlandı… Kinini, kan davasını, tabularını din edinmemiş birçok kişi içine düşürüldüğümüz bu nifak ortamından (bir anda osla) çıkma eğilimi gösterdi hamdolsun… Ortak düşmanımız olan, nifak saçan bu zalim kafirlere karşı duruş sergileyeceğimiz günlerin özlemiyle…

Ne yapalım yani elimizdeki bu kini büyütüp dağ yapıp altında ezilmeyi mi bekleyeceğiz. Son Nebi’nin vasiyetinde net belirttiği gibi “her türlü kan davası ayağımın altındadır” sözü üzerine sözünüz mü var, güdülecek (nefsinizin davasını da haşa İslam davası diye yansıtmaya kalkmayın) böyle bir dava sizi ancak cehenneme sürükleyecektir… Yine her türlü kavmiyetçilik (mezhepçilik, particilik, enecilik de eklenebilir) ayağımın altındadır, derken size ne oluyor… Var mı başka sözü olan…

İslam dini itidal dinidir… İfrat ve tefridi reddeder… “Nefsinin kurbanı olma” deyip kin ve nefredi yasaklar. Selam, Adalet, Özgürlük, Güven, Sağlık, Huzur vaat eden aziz dinimizin müntesipleri olarak tam tersini yapıp yaymaktayız.

Vurgularımız, yapılan haksızlıklara sessiz kalıp üzerini örtmeye yönelik değildir. Asıl terazinin kurulup zerre misak haksızlığa uğramayacağımız gün gelmeden önce, şahsi ve topluluklar olarak adaleti ikame edip ıslah etme görevimizi unutmayalım sadece yeter. Haksız yere öldürülen tek bir canın bile hesabını görmek boynumuzun borcudur, tersi Allah’ın halifeleri olarak adalete mugayir hareket etmektir. En temel ödevimizde, zulmün ve fesadın kaynağını bulup kurutmak ve felaha kavuşup insanca yaşayabileceğimiz bir Dünya inşa etmektir.  Yoksa kendi kendimize daha çok zulümler yapıp, felahı anca rüyalarda görürüz. Rüyalarda bile hayal edemediğimiz felah ve güven ortamının gerçek olması niyazıyla…

Yusuf Şanlı / 25.06.2025

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir